07 Ocak 2013

Şakhi-Tulsa Tapınağı.



Şakhi-Tulsa Tapınağı.
 Bu tapınak Amazon ormanın içindeydi. Gizli bir okült dine hizmet ediyordu. Bu dinin mensupları kırmızı parlak bir rob  giyiyorlardı. Kapşonları tapınagın dışında inik duruyordu. Her biri 60-70 yaşlarındaydı. Yüzlerinde monoton bir ifade vardı. Sanki yıllardır bekliyorlar ve hiç bir şey olmuyordu. Bu yüzden gardiyanlık görevini yapan ruhban üyeleri hazırlıksızdı. Onlar için sıradan bir gün, ama benim için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Bu okült oluşumun içine gizlice sızıp, bilgi kitabını ele geçirecek ve kendi birliğime deşifre edecektim.
Tapınağa ulaşmak için bir kaç ay ormanda keşifler  yaptım. İpuçlarını takip ettim. Vahşi hayvanlarla dövüştüm. Aç kaldım. Suya en yakın noktaya kamp kurmuştum. Fakat bu kampın yeri artık işlevsizdi. Ormanın derinliklerini işaret ediyordu her  ipucu. Ben de kampımı bir akşamüstü serinliğinde terk ettim. Artık yanıma almam gereken hiç bir şey yoktu. Her şey fazlalıktı. Olabildiğimce hızlı ve atik olmalıydım. Bu görev için hayatım boyunca eğitilmiştim.

Ve işte karşımda bütün ihtişamıyla tapınak duruyor. Taş işçiliği bana güney amerika aztek sanatını hatırlatıyordu. Ancak formları daha yuvarlak ve betimlemeler daha ölçekliydi. Mısır uygarlığının hiyelogrif yazılarındaki oranlara perspektif ve derinlik eklenmiş gibiydi.
Yanımda sadece bir bıçak vardı. Üzerimde kamufule olmak için süründüğüm toprak- çamur karışımı henüz kurumamıştı. Tapınağın kapısına bakan bir kayanın arkasında beklemeye başladım. Bu şekilde içeriye girersem her yere çamur izi bulaştıracağımdan, fark edilebilirdim.

Ruhbanlar kendi aralarında geliştirdikleri bir dili konuşuyorlardı. Bu dilin eski kızılderi kabilelerinden Şakhi-Tula’lardan geldiğini biliyorduk; ancak örgütümüzde bu dili çözebilen henüz yoktu. Şakhi-Tula kabilesi Amazon ormanlarında Orman Ruhları olarak ün salmış çok eski bir kabileydi. Tarihten bir anda silinen bu kabilenin başına ne geldiği hala daha bir sırdır. Onlardan geriye kalan tek şey bir el yazmasıydı. Bu el yazmasının bir kopyasının da Peru’da yaşayan Shipibu kabilesinin elinde olduğu söylense de araştırmalarımız  neticesinde böyle bir bulguya rastlayamadık.

Çamur, hemen hemen kurudu. Birazdan içeri gireceğim.  Nabzımı kontrol etmek için biraz sakinleşmeli  ve konsantre olmalıyım. Kayanın sırt tarafı tapınağa, ön tarafıysa bir su birikintisine bakıyor. Su birikintisi bir sıcak su kaynağına bağlı olduğundan buharlar çıkartarak sakin bir şekilde duruyor. Kükürt kokusu hissediyorum. Bu koku kaplıca kokusu.

Meditasyon yapmak üzere sırtımı kayaya veriyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Bütün vücüduma karıncalanma hakim oluyor. Buharların arttığını hissedebiliyorum. Gözlerim kapalıyken karanlığın içinde amorf şekiller görürüm hep. Yine onları görmeye başlıyorum. Turuncu, kaygan ve iç içe geçmeye başlayan şekiller kaplıyor her yanımı. Gözlerimi açıyorum. Buhar yer yeri sarmış. Suyun altından açık sarı bir ışık kaynağı her yeri sarıya boyuyor. Ruhbanların sesleri kesilmiş. Tapınağın kapısına bakıyorum. Kimse yok. Gardiyanlar içeri girmiş olmalı.

Çamur artık kurumuş olmalı. Hayır Lanet olsun! Bu sıcak buharlar üzerimdeki bütün kamuflajı eritiyorlar. Altımda geçen hafta avladığım domuzun kürkü var. Tarzancılık oynamayı sevdiğimi sanmayın. Ormanda yaşamanın bir zorunluluğu da bu. Eğer büyük mesafeleri  tek  başınıza kat etmek zorundaysanız hafif olmak zorundasınız. Hafif olmak için de sürekli tükettiğiniz her şeyi ormandan sağlamalısınız.

Şimdi, durumu değerlendirelim. Kayanın arkasında buharların içinde yarı çıplak bir şekilde bekliyorum. Garip bir ışık, suyun altından her yeri aydınlatıyor. Bir çeşit deniz altı feneri olmalı bu. Peki neden burda bir denizaltı feneri var? Bu kadar gizli bir tapınağın tam 20 metre ötesine neden bir ışık yerleştirsinler? Gardiyanlar neden içeri girdiler. Kapıyı korumak onların görevi değil mi?


--------------Devam edecek...

Hiç yorum yok: